Almanya’da yayınlanan üç aylık kültür-sanat ve felsefe dergisi Sabah Ülkesi Ocak 2013 tarihli 34. sayısında İlhan Kutluer ile bir söyleşi yapmıştı. Kutluer, derginin genel yayın yönetmeni Ahmet Faruk Çağlar’ın iyi düşünülmüş sorularına karınca kararınca cevaplar verdi. Aşağıda bu söyleşiden bir tadımlık sunuyoruz:

“Müslüman bir felsefecinin/filozofun mevcut felsefi tartışmalara/görüşlere hakim olması, geçmişte olduğu gibi bugün de Kur’an’ı anlamasında ona yeni boyutlar sağlayabilir mi? Bu arada geçmişte bir kısım din bilgininin felsefi çabayı bir ilhad, bir dinî sapkınlık olarak değerlendirdiği biliniyor. Bu durum bugün için de geçerli değil mi?

sabahUlkesi

Günümüzde Müslümanların çoğu İslam âlimi deyince sadece geleneksel fıkhı iyi bilen insanları anlıyorlar. Ben ise İslam âliminden çok-disiplinli birikimlere sahip, çağının tamamen farkında, bilgi ve düşünce üreten, araştırma ruhunu ciddiye alan müslüman mütefekkiri anlıyorum. Entelektüel olmak böyle bir şey çünkü… Sorunuzun son kısmıyla bağlantılı olarak söylersek; felsefe çalışmanın önemsiz ve gereksiz bir şey olduğu, ciddi Müslüman entelektüeller tarafından öyle kolayca ileri sürülemeyeceğine göre 21. Yüzyıl başlarında bir Müslüman felsefe geleneği üretmenin imkân ve zorunluluğu üzerine iyice kafa yormamız gerekir.  Çağdaş İslam düşüncesine kazandırdığınız her yeni felsefî perspektif, sizi temin ederim ki, din ilimlerinin gelişmesini de olumlu yönde etkileyecektir. Çünkü klasik gelenekte de böyle oldu. Teolojisiz filozofi, filozofisiz teoloji olmaz. Nitekim din ilimleri geleneğimizde felsefe ve mantık bilen âlimler bilmeyenlerden her zaman daha iyi performans sergilediler.  Bundan başka olarak iyi felsefecilerimiz olursa din-bilim, din-felsefe, felsefe-bilim ve özellikle din-bilim ilişkileri konusunda yaşadığımız sıkıntıların daha çok bilincinde olur ve aşma yönünde düşünce modellerini daha kolay geliştirebiliriz. İbn Salâh’ın meşhur “el-Felsefeh üssü’s-sefeh” (Felsefe beyinsizliğin üssüdür !?) şeklindeki fetvasını entelektüel hayatımızın ‘üssü’ yaparsak, bize sorarlar: Quo Vadis? Felsefeyi ilhad olarak kavrayan akımlar olmuştur ve şimdi de vardır. Bu kimseler öncelikle mücerret felsefî etkinlikten mi, yoksa herhangi bir felsefî teoriden mi söz ediyorlar, bunu açıklıkla ortaya koymaları gerekir. Keşke bunu açıklıkla yapsalar ! Bunu yapabilmek için ciddi bir felsefe birikimine sahip olmak gerekecektir çünkü. İslam entelektüel geleneğini oluşturan ana akım, felsefeyi bir aklî ilimler sistemi ve hikmet doktrini olarak kavramıştır. Bu akımın mensupları karşımıza doğrudan feylesof olarak çıkmıyor ise mutlaka kelamcı ve sufi düşünür olarak çıkar. İmdi bize düşen İslam entelektüel geleneğinin sacayakları olan kelam (usûl-i fıkıh dâhil), felsefe (bilim dâhil) ve tasavvuf klasikleri üzerine en azından ve hiç değilse Rönesans insanı hassasiyetiyle eğilmek, bu klasikleri neşir, tercüme, tefsir, tahkik ve tenkit aşamalarından geçirerek 21. Yüzyıl İslam ve insanlık âlemi için yeniden keşfetmektir. Eğer içinde bulunduğumuz çağda yepyeni bir Müslüman entelektüel geleneğinin yeniden teşekkülü için ciddi adımlar atılacak ise –ki geleceğimiz için atılması zorunludur- bunun ilk aşaması geleneğimizin taşıyıcısı olan klasiklerimizin yeniden keşfidir. Yukarıda söyledik: İstikbal köklerdedir. Üniversitelerimizle,  özellikle İlahiyat, Edebiyat ve Beşeri Bilimler Fakültelerimizle,  devletin kurumlarıyla, Diyanet İşleri Başkanlığı’yla, sivil toplum kuruluşlarımızla, yayınevlerimizle, dergi çevreleriyle, araştırma merkezlerimizle, özel ders halkalarımızla bu bilince sahip çıkmalı, bu bilinci yaymalı ve derinleştirmeliyiz.”

 

GazaliSempozyumuVefatının 900. yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, İSAV ve Ümraniye Belediyesi ile işbirliği yaparak Uluslararası bir Gazzali sempozyumu düzenlemişti. Sempozyum 7-9 Ekim 2011 tarihleri arasında idi ve başarıyla akdedildi. Bu sempozyumun bildiri metinleri bin sayfaya yaklaşan kalın bir cilt halinde neşredilmiş bulunuyor (İstanbul: MÜ. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınevi 2012). İlhan Kutluer bu sempozyuma “Felsefe ile Tasavvuf Arasında: Gazzâlî’nin Mişkâtü’l-envâr’ında Entelektüel Perspektifler” başlıklı bildirisiyle katılmıştı. Bildiri metni anılan sempozyum kitabının 507-533. sayfaları arasında okunabilir. Kutluer kitapta bildiri özetini şu satırlarla takdim ediyor: “Gazzâlî Mişkâtü’l-envâr’ını her halde “felsefe” kitaplarına bir yenisini eklemek için yazmamış ancak bu eserinde İslâm felsefe geleneği bakımından anlamlı sayılabilecek bir kavramsal sistem ortaya koymuştur. Onun bu eserinde en-Nûr terimini eksene alarak temellendirmeye çalıştığı metafizik kozmoloji, epistemolojik tazammunlarıyla birlikte İbn Sînâ felsefesiyle karşılaştırılabilecek ana fikirler ihtiva eder.  Bunun yanı sıra eserdeki yönlendirici perspektiflerin kendisinden sonraki İşrâk metafiziğini de derinden etkilediği anlaşılmaktadır. Eserin “Bilgi nurdur” ilkesini benimsemiş olan ve husûlî bilgiden ziyade huzûrî bilgiyi esas alan tasavvuf geleneği bakımından da ilgi çekmesi mukadderdi. Nitekim Mişkât , yazarının mutasavvıf kişiliğiyle de desteklenen epistemolojik boyutlarıyla bir tasavvuf klasiği olarak algılanmıştır. Bu bildiri Gazzâlî’nin entelektüel şahsiyetinde belirleyici olmuş felsefî ve tasavvufî perspektiflerin Mişkâtü’l-envâr’da nasıl eklemlendiğini belirlemek ve dolayısıyla İhyâ’dan sonra kaleme alınmış bu eserin, düşürümüzün entelektüel projesinde nereye oturduğunu tespit etmek amacındadır.” Yazara göre Gazzali bir Nur Metafiziği’nin temel esaslarını bu eserinde ortaya koymaya çalışmış ve bunu yaparken fikrinin pencerelerini felsefî metafiziğin ilhamlarına katiyen kapatmamıştır. Çünkü eserdeki İbn Sinacı kavramsal şema bir hayli belirgindir. Şu var ki Gazzali, İbn Sina’dan farklı olarak ontolojisinin temeline vahdet-i vücutçu “Lâ mevcûde illa Hû” (O’ndan başka varlık yoktur) ilkesini koymaktadır.

 

Gazzali’nin 900. vefat yıldönümü olan 2011 yılı vesilesiyle,Bilim ve Sanat Vakfı Medeniyet Araştırmaları Merkezi Şubat 2011-Kasım 2011 tarihleri arasında “Gazzali Tartışmaları” başlıklı yedi oturumluk bir toplantı serisi düzenlenmişti. İlhan Kutluer, Ömer Türker, Fehrullah Terkan, Fatih Toktaş, Yunus Apaydın, Osman Demir ve Ekrem Demirli gibi akademisyen ve uzmanların katıldığı oturumlarda Gazzali çeşitli yönleriyle ele alındı, tartışıldı. Bu toplantılar dizisinde ilk konuşmacı İlhan Kutluer idi. Hoca konuşmasında Gazzali’nin felsefe formasyonunu değerlendirmiş  ve İslam felsefe geleneği karşısındaki eleştirel tavrını yorumlamıştı. Bu toplantılar Gazzali Konuşmaları başlığı altında genç İslam felsefesi uzmanı M. Cüneyt Kaya’nın himmetiyle kitaplaşmış bulunuyor (Küre Yayınları 2012). 244Kutluer’e ait yayına hazırlanmış “Gazzâlî ve Felsefe” başlıklı konuşma metni kitabın ilk kısmında s.11’den itibaren okunabilir. Kitabın felsefeyle ilgili diğer üç konuşmasının Tehâfüt‘teki ünlü “üç mesele”ye ayrılmış olması Gazzâlî ve filozoflar tarışmasının klasik düşünce geleneği araştırmalarındaki merkezi önemini hala koruduğunu gösteriyor. Aynı pencereden bakıldığında Kutluer’in konuşma metni bu meseleyi geniş perspektiften ele alan bir giriş metni olarak tavsiye edilebilir. Gazzâlî Konuşmaları kitabının telkin ettiği ilk fikir galiba şudur : Gazzali ve felsefe tartışması söz konusu olduğunda,  bu süngerin daha çok su kaldıracağı anlaşılmaktadır. Ancak bu meyanda geliştirilecek yeni ve aklıbaşında yorumların müslüman toplumlarda felsefenin geleneği, bugünü ve geleceğini anlamak bakımından ufuk açıcı olacağı hususu da izahtan varestedir.

18-22 Nisan 2012 tarihleri arasında M.Ü. İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden bir grup Kazakistan’ın Almatı kentinde idi. Kazakistan’ın milli üniversitesi olan Alfarabi Üniversitesi  ile Yabancı Diller ve Mesleki  Kariyer Üniversitesi’nin işbirliğiyle organize edilen etkinlikte Modern Dünyada İslam konusu tartışıldı. İki üniversitenin kampüsünde iki etap halinde akdedilen toplantılar İslam’ın modern dünyada anlaşılma, yorumlanma ve tatbik şekilleri üzerine odaklandı. İlhan Kutluer ise Alfarabi Üniversitesi’nde Farabi konuşmak için oradaydı. İlhan Kutluer konuşmasında İslam entelektüel geleneğinin sacayakları olan kelam ilminde Maturidi’nin, fıkıh ilminde Ebu Hanife’nin, felsefede Farabi’nin ve tasavvufta Ahmet Yesevî’nin Türkiye ile Kazakistan arasındaki kültür köprüsünün dört temel dayanağını oluşturduğunu savundu.

Din, Felsefe ve Bilim Işığında Engelli Olmak ve Sorunları Sempozyumu 5-6 Nisan 2012 tarihinde İstanbul’da yapıldı. Sultanbeyli Belediyesi ve TODEV işbirliği M.Ü. İlahiyat Fakültesi hocalarının katkılarıyla gerçekleştirilen programın ilk etabı Sultanbeyli Belediyesi Kültür Merkezinde ikinci etabı ise Bağlarbaşı Kültür Merkezinde toplandı. Sempozyumda sorunu ruh sağlığı, tıp, özel eğitim, sosyal hizmetler, yerel yönetimler, İslamî ilimler, Hıristiyanlık ve Yahudilik, etik, metafizik açıdan ele alan bildiriler sunuldu. İlhan Kutluer sempozyuma Engelli Olmak Üzerine Etik Düşünceler başlıklı bir bildiriyle katıldı. Kutluer bildirisinde Türk akademyasının soruna teorik ve uygulamalı etik  alanları bakımından pek ilgi göstermediğini vurguladı. Kutluer’e göre sorun her şeyden önce bir insan hakları sorunuydu ve bu hakların kazanımı ve geliştirmesi yönündeki mücadele engelliler ve onların yakın çevresinin sırtına yüklenemezdi. Soruna ödev ahlakının terminolojisi ve kavram sistemi açısından yaklaşan Kutluer engellilik sorunu karşısında akl-ı selîmin bize koşulsuz buyruk olarak yüklediği ödevlerimizin tek tek bizleri ahlakî bir zorunluluk ile yükümlü kıldığını, sorumluluğumuzun hem şahsî, hem şahıslar arası ve hem de kuşaklar arası bir nitelik gösterdiğini belirtti. Koşulsuz buyruğun nesnellik ve evrenselleştirilebilirlik niteliğine dikkat çeken Kutluer, bu niteliğe uygun bir ödev tanımının engellilik sorunu karşısında bizi duyarsızlıktan çekip çıkaracağını ve bizleri herkes gibi bir gün engelli olabileceğimiz ihtimaliyle yüzleşmeye sevk edeceğini vurguladı.

Unesco Türkiye Milli Komisyonu ve Mersin Üniversitesi Rektörlüğünün işbirliğiyle düzenlenen Yüksek Öğretimde Felsefe Eğitimi konulu çalıştay 30-31 Mart 2012 tarihinde Mersin Ünivürsitesinin ev sahipliğinde yapıldı. Felsefe Bölümlerinde lisans ve lisansüstü eğitimi, felsefe bölümü mezunlarının istihdamı, Hukuk ve İlahiyat Fakültelerinde felsefe eğitimi, Eğitim ve Açıköğretim Fakültelerinde felsefe eğitimi, yükseköğretimde kalite çalışmaları ve felsefe eğitimi gibi başlıklar altında konuyu irdeleyen çalıştay, genel değerlendirme oturumu ile son buldu. Ionna Kuçuradi, Harun Tepe, Betül  Çotuksöken, Şafak Ural, Kadir Çüçen, Rahmi Karakuş, Saffet Babür, Sinan Özbek, Halil Turan, Mehmet Durman ve daha birçok felsefe hocasının ve bölüm başkanının katıldığı çalıştayda konuyu irdeleyen bildiriler sunuldu ve tartışıldı. Çalıştaya İlahiyat Fakültelerinde Felsefe Eğitimi başlıklı bir bildiriyle iştirak eden İlhan Kutluer özellikle İslam Felsefesi, Din Felsefesi, Felsefe tarihi ve Mantık gibi alanlarda yapılan lisans eğitimi ile lisansüstü çalışmaları hakkında katılımcılara bilgi sundu.

Yazarın daha önce kaleme aldığı İslâm’ın Klasik Çağında Felsefe Tasavvuru adlı kitap, İslam felsefe paradigmasını bizzat bu geleneği inşâ eden müslüman filozofların tasavvurları bakımından inceliyordu. Kitapta “ilim” ve “hikmet” terimleri bu tasavvurun ifadesi olan iki anahtar terim olarak esas alınmış ve felsefe konseptine filozofların bu kavramlara yüklediği anlamlar ışığında bakılmaya çalışılmıştı. Elinizdeki kitap bu çalışmayla iki yönden bütünleşmektedir. Birincisi, İlim ve Hikmetin Aydınlığında kitabı, bu iki terimin yalnızca felsefenin değil, tüm bir İslam entelektüel geleneğinin iki anahtar terimi olduğunu ortaya koymakta ve böylece felsefenin bu geleneğin bir parçası olduğu bir kez daha belirtilmiş olmaktadır. İkincisi, bu kitapta Felsefe Tasavvuru’nda perspektif gereği ele alınmayan bir meseleyi, filozof olmayan din bilginlerinin felsefe tasavvuru meselesini bir ölçüde ihtiva etmiş olmasıdır. Böylece “hikmet olarak felsefe” ve “ ilim olarak felsefe” başlıkları altında incelenen konuya “ilhâd olarak felsefe” meselesi de eklenmiş olmaktadır.

 

Eser, İslâm tefekkür geleneğinin ruhunu keşfetmeye yönelik yazılardan oluşuyor. Son on yıldır birikmiş üretimini bir bütünlük fikri içinde yeniden derlemiş olan müellif, Yitirilmiş Hikmeti Ararken başlığının çağrıştırdığı anlamlara işaret etmek, geleneğin hem şimdi hem de gelecek için vaat ettiği fikrî açılımlara dikkat çekmek istiyor.

Kitap iki bölümden oluşmakta. Birinci bölüm İslâm bilgelik tarihinin çeşitli tezahürlerini günümüz okuru için taşıdığı imkânlar ve ilhamlar bakımından ele alırken, özellikle İslâm felsefesinin bu gelenek içinde ihraz ettiği önemli mevkii konu edinmekte. Bu bölümde yer alan yazıların ortak hedefi tefekkür geleneğimizi ele almanın yöntemleri hakkında belli bir farkındalık oluşturmak, bunu yapmaya çalışırken yorumlayıcı ve anlamlandırıcı yaklaşımları denemektir. İkinci bölümde ise araştırma metinleri yer alıyor. Bu bölümdeki makaleler özellikle klasik İslâm düşüncesinin felsefî boyutlarını belirgin kılmayı amaçlayan bir muhtevaya sahip. Önde gelen İslâm ve Osmanlı düşünürlerinin diyalojik bir okumaya imkân verecek şekilde ele alındığı bu bölüm, entelektüel tarih çalışmalarına bir nebze katkı sağlama ümidiyle kitapta yer alıyor.

Yazara göre kitabın ilk muhatapları, geleneğin sancaklarını günümüzün fikir dünyasına taşıyacak ve geleceğin medeniyet burçlarına dikecek olan hikmet yolcularıdır. Bu yönüyle kitap, yitik hikmet hazinesine götürecek fikrî haritaları geleneğin birikimi ve çağının deneyimiyle yeniden çizecek olan hakikat araştırıcıları için bir yol azığı olmayı amaçlıyor.